Önümüzdeki hafta, bu yıl 26.sı düzenlenecek olan Altın Koza Film Festivali’nin davetlisi olarak Adana’da bulunacağım. Bu yazıda sizlere, organizasyonda Onur Ödülü alacak Zülfü Livaneli müziğine dair, sanatçının Ali Can Sekmeç tarafından kaleme alınan biyografi kitabında yayınlanmak üzere kaleme aldığım yazıyı iki bölüm halinde sunmak istiyorum.
Çoban Ateşi
Zülfü Livaneli’nin müziği, “buralardan” yola çıkarak “ötelere” ulaşan upuzun bir yolculuk gibidir. Bir Anadolu ninnisinden hareketle, ilk albümünde yer verdiği gibi, “sabah olunca şarkı ile uyanan, akşam olunca da türkü ile dayanan” insanların türküsüdür. Temel referansını Anadolu’dan almış; Pir Sultan’dan Bedreddin’e, bu toprakların direnen figürlerinin verdiği cesaretle çığlığa dönüşmüştür.
1973 tarihli “Chants Révolutionnaires Turcs”, başkaldırının izlerini günümüze; hatta yarınlara taşırken, Livaneli müziğinin ulaşmak istediği nokta hakkında da ipuçları taşır. Sol’un 12 Mart’ta yaşadığı büyük yenilgi ortamında sessizliğin sesi anlamına da gelen ilk albüm, bir yanıyla Dede Sultan’ın nefesini Gülten Akın’ın dizeleriyle buluşturur, diğer yanıyla da çağlar boyu “Can Gözü Uğruna Candan Geçerek / Yol İçinde Gizli Yolu Seçerek” yürüyüp gelenleri, “gidenlere” ulaştırır. Kimler yoktur ki Şarkışla’da, Nurhak’larda, “hain tuzaklarda, kan uykularda” yitenler arasında… Geri çekilmenin suskunlukla kol kola yürüdüğü günlerde, uzaklarda belli belirsiz seçilen bir çoban ateşidir notalar.
1975’te İsveç’te kayıt altına alınan yeni türküler, “Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz” adıyla Türkiye’ye ulaştığında, ilk çalışmanın sınırlı bir çevreyi kuşatan, yılgınlıktan uyandıran duygusu daha geniş kesimlere ulaşmıştır. Bir yandan geleneksel Boğaz Gaydası ve İki Cura gibi tınılar, diğer yanda Yaşar Kemal’in dizeleri. “Üç beş kişi kalmış türkü diyenler”in sitemi, Sabahattin Ali’nin ölümsüz dizelerinden “Leylim Ley”e ulaştığında, tepeden tırnağa Anadolu kokan bir albüm tamamlanmış olur. Livaneli, iki yıl sonra yayınlanacak olan “Merhaba”nın da bulunduğu üçlemesinde, ayakları tamamen yerele basan müziğini bütünüyle sağlam temellere oturtmuştur.
İkinci Üçleme
Aradan geçen uzun yıllar ve müzikal denemelerin ulaştığı önemli noktalardan biri olan “Nâzım Türküsü” (1978), beş yıl önce çıkılan yolculukla sıkı bağlar kurduğu kadar, esaslı bir kopuşu da gerçekleştirmiştir. Günümüzde birer marşa dönüşen “Karlı Kayın Ormanı” ya da “Kız Çocuğu / Hiroşima” gibi bestelerin geniş kesimlerle ilk kez buluştuğu albüm, geleneksel türkü formunu, vokali ve müzikal altyapısıyla “başka yerlere” taşımakta, İsveçli müzik adamı Ludvig Rasmusson’a, “Livaneli, bir halk şarkıcısından çok modern bir yorumlayıcı” dedirtmektedir. Kuşkusuz her albümün hit şarkıları vardır; ancak “Nâzım Türküsü”nün diğerlerine nazaran gölgede kalan “Memetçik Memet” veya “Arhavili İsmail” gibi besteleri, dönemin müziğinde gerçek birer doruk noktasıdır. Nâzım Hikmet şiirini bestelemenin güçlüğünü aşan bu yapıtlarda eserlere hâkim olan umut ve coşku, cura ile kemanın buluşmasında yeni bir müzikal sentez olarak karşımıza çıkmaktadır. Albümün açılış şarkısında “vagonların kırk kişilikse yapısı / seksen Memet, yüz Memet dolu hepisi” sözleri ile hızla yol alan bir trenin ritmi kusursuzca harmanlanır; dinleyici, “dört cephe içinde kopan kıyametin” ardından kimi zaman huzur, kimi zaman da hüzünle bakakalır.
“Atlının Türküsü”nde dikkat çeken “Bulut mu Olsam” ve “Çırak Aranıyor” gibi besteler, toplumsal muhalefetle bağlarını yitirmeyen; ancak müziğini yalnızca bu temeller üzerine inşa etmek istemeyen bir sanatçının kaygılarına işaret eder. Nâzım Hikmet’in şiirlerinden besteler yapmak, bir yanıyla Ahmed Arif ve Sabahattin Ali’ye yaslanmak zaten politik bir tutumu, tavır koymayı beraberinde getirmektedir; ama bu yaklaşım, dönemin -sözde- politik müzik yapan isimlerinin müziğe bakışlarından bütünüyle farklıdır. Livaneli müziği hemen hiçbir zaman şarkıları sloganla eşdeğer gören bir anlayışa prim vermemiş, besteyi söze feda etmemiştir.