Anadolu coğrafyası, batıdan doğuya doğru giderek yükselen bir yapıya sahip. Meşe, ardıç, alıç; kimi zaman kuraklığa maruz kalan bu zorlu coğrafyanın kutsal ağaçları. İrili ufaklı 6 bine yakın dere ve her biri tanrısal varlık olarak görülen onlarca büyük nehir, sureti 10 bin tür bitkiyle bezenmiş bu toprakların atar damarları gibiydi. Erciyes’ten Hasan Dağı’na, Aladağlardan Süphan’a, Artos’tan Ağrı’ya binlerce yıldır dağlarını ‘Ulu’ bilen Anadolu insanı, her bir dağı saygıyla kutsadı. 
Harput dağlarına düşen kar tanesinin Diyarbakır ovalarına, Sivas yaylalarına inen yağmur damlalarının Karadeniz’e bereket taşıdığını bilen Anadolu insanı, dağı da, toprağı da, ormanı da, suyu da aziz bildi. Daha da ötesi, binlerce yılda doğa-insan arasında gelişen bu ruhsallık, inancın ve kültürün bir parçası oldu. 

ANADOLU’DA HER CANIN NEFESİNE KARIŞAN RUH

Ozanların dilinden havalanan; toprağa, tohuma, ağaca, kuşa, suya ve ekmeğe dair türküler, kadınların elinde yoğurulan hamurlara karılarak, bir uçtan bir uca yurt kıldı bu coğrafyayı. Hitit rölyeflerinden fırlayıp inen tanrılar sabanın sapına yapışıp da sürdüler sanki Orta Anadolu’nun toprağını. Karya’nın kudretli tanrıçaları yürüdü sanki her Nisan’da delirip çiçeğe kesen Ege ovalarında. Munzur’dan bir tas su alıp Erzincan Ovasına serpen Hızırlar adımladı sanki Fırat Havzasını. Üzerinde her sabah güneşin ibadet eder gibi yükseldiği bu toprakların ruhu, binlerce yıldır Anadolu’nun ruhsallığını besledi. Bu yüzden Anadolu toprağına düşen her canın nefesine karıştı bu ruh…

ANANDOLU CAN ÇEKİŞİYOR 

Uzunca bir süredir Anadolu’nun bu derin ruhsallığı can çekişiyor. Dağlar peynir kalıbı gibi kesilerek un ufak ediliyor. Yükünü yükleyip, Antalya çukurundan Isparta’nın Anamas Dağları’na her Mayıs’ta göçe duran Yörükler, atalarının soluklandığı dağların yıkılışı karşısında ruhsal bağlarını yitiriyor. Mermer, taş, granit, traverten; paraya çevrilebilen ne varsa hepsi un ufak edilip coğrafyanın sureti parçalanıyor. Parçalanan sadece dağlar değil, bu coğrafyanın ruhu…

I M G 1948

DAĞLARI BEKLEYİP, COĞRAFYAYI VATAN EYLEYEN ERENLER

Aydın dağlarında, Madra Baba, Karaman Ayrancı’da Bulgar Bozoğlan, Isparta’da Dedegöl, Muğla Köyceğiz’de Çiçek Baba (Sandras), Tokat’ta Çal Baba, Afyon Emirdağ’da Emir Baba, Sultandağı ve Çay’da Gelincik Ana, Antalya’da Abdal Musa ve Dur Dağı, Tunceli’de Munzur Baba, Karadeniz dağlarında Güvenç Abdal ve hatta İstanbul’da Gözcü Baba…

YIKIMA KARŞI MI DURACAĞIZ, SEYİRCİSİ Mİ OLACAĞIZ?

Antalya Körfez Gazetesi muhabiri Yusuf Yavuz'un haberine göre Anadolu’nun büyüklü küçüklü dağları binlerce yıldır inancın ve kültürün bir parçası. İçinde bulunduğumuz yüzyıla kadar iyi kötü bu akış sürüp geldi. Ancak özellikle son yıllarda giderek hızlanan vahşi yağma, bir uçtan bir uca tüm coğrafyayı kuşatmaya başladı. Türkiye’nin dağları, yaylaları, ovalar madenlere ruhsatlandı. Ülke coğrafyasında yüzbinlerce maden ruhsatı söz konusu. Göz önünde olan yağmaya bakıldığında, olacakları tahmin etmek hiç de zor değil. Maden, enerji ve benzeri yıkıcı girişimlerle şirketlerin doğadan rant elde etmelerinin önü açılırken, Anadolu halkının binlerce yılda bu coğrafyaya yaslanarak ürettiği ruhsallık paramparça ediliyor. Bazı bölgelerde bu yıkıma karşı direnişlerin olduğunu görsek de çoğunlukla ağır hukuki maliyetler ve yalnızlaşan insanlar çaresiz bu yıkımın seyircisi olmak zorunda kalıyor. Peki çare nedir? Bu yıkımlara karşı yol almanın bir yolu yok mu? 

Cem Töreni 1

İNSANIN RUHUNU BESLEYEN COĞRAFYA ARSA DEĞİLDİR

Elbette, Anadolu toprağında umut da çare de tükenmez. En başta Anadolu’nun ruhsal gücünün köklerini oluşturan bu coğrafyanın anlamına ilişkin bir karar vermemiz gerekiyor. Bu topraklar sadece bir arsa mı, yoksa bizim için ne anlam ifade ediyor bunu yeniden anımsamamız gerekiyor. Adalara, parsellere bölünüp, haritalara işlenen coğrafya idari bir işlemin konusu. Biz bu toprakların ruhundan söz ediyoruz. Kadastro defterlerine işlenemeyen, parsellere ayrılamayan, doğrudan Âşık Veysel’in ‘sadık yâri’ olan kara topraktan söz ediyoruz. 

HALKIN KUTSALI İDAREYE GÖRE ‘BALTALIK ORMAN’

Türkiye’deki verili ormancılık düzeni içerisinde Anadolu’da halkın ‘koruluk’ dediği çoğu orman “bozuk orman” ya da “baltalık” olarak anılır. Çünkü ormanı bir “işletme” ve “ağaç tarlası” olarak gören anlayış, bunun ruhani, biyolojik ve kültürel yönünü çok uzunca bir süre es geçti. Günümüzde bazı ağaçları hikâyelerini de ekleyerek “anıt ağaç” ilan etsek de, aslında bu da ormanın bütününü görmekten uzaklaştırıyor. 

HALKIN KORUDUĞU ÇAL BABA ORMANI YÜZLERCE YILDIR AYAKTA

Tokat Günçalı köyündeki Çal Baba Ormanı, bu kültürel sürekliliğin çok güzel bir örneği. Çaba Baba Ormanını kutsal bilen köylüler, bu ormandan tek bir dal dahi alıp götürmüyor, kişisel çıkarları için kullanmıyor. Ormanın koynunda yapılan ‘Bahar Çalı’ denilen buluşmalar, aslında coğrafya, insan ve kültür bütünlüğünün çok net bir örneği ve bunun korunarak geleceğe aktarılması çok önemli. Geçmişte Anadolu’nun birçok bölgesinde benzeri örneklerin olduğu biliniyor. Günümüze ulaşan az sayıdaki bu kültürel miras alanlarını mutlaka korumamız gerekiyor. Günçalı köyü ve çevresindeki maden ruhsatları, Çal Baba ormanını da tehdit ediyor. Köylüler, yaklaşık 3 yıldır çok değerli bir koruma çabası sergiliyor. Hem hukuki hem de eylemsel olarak kendi kutsal alanlarını korumaya çalışıyorlar. Ancak halk için kutsal olan Çal Baba Ormanı, idareye göre ‘bozuk orman’, yani gözden çıkarılabilir bir alan.

Günçalı Köyü

TEK TEK AĞAÇLARI DEĞİL, ORMANI KURTARMA ZAMANI

Bu yüzden Anadolu’nun dört bir yanında benzer örneklerin olduğu bölgelerde halkın kutsalı olan alanların tanımlanıp tescil edilmesi için bir seferberlik başlatmamız gerekiyor. Bu konuda elimizde çerçevesi belirli bir mevzuat yok. Ağaçlarımızı tek tek anıt ağaç olarak tescil ettirmek yetmiyor. Dağlarımızı, yaylalarımızı, göllerimizi, ırmaklarımızı, ormanlarımızı eğer ‘doğal sit’ vasfı taşımıyorsa tescil ettirmemiz mümkün olmuyor. Emir Baba’nın, Madran Baba’nın, Çiçek Baba’nın, Bulgar Bozoğlan’ın yüzlerce yıldır gözcülük yapıp coğrafyayı vatan eylediği dağlarda bir kümbet, bir manastır, türbe yoksa kültür varlığından sayılmıyor. Oysa zirvelerinde bu erenlerin yattığı dağların tümü kutsal alan, ormandaki tek bir ağaç değil, ormanın tamamı inanç merkezi, nehrin biyoçeşitliliği yüksek olan bir bölümü değil, kaynağından denize bütünü kutsal bu halk için. 

GELENEĞİN GÜÇLÜ OLDUĞU YERLERDE DİRENİŞ DE GÜÇLÜ

Son yıllarda yıkım projelerine karşı yerel halkın en çok direniş gösterdiği yerler, geleneksel olarak bu kültürün güçlü olduğu alanlar oldu. Antalya-Elmalı’da Abdal Musa ocağının çevresindeki taş ocaklarına karşı güçlü bir direniş oldu. Gömbe’de Uçarsu’ya HES yapılacağında yerel halk ayağa kalktı. Çünkü burası Abdal Musa’nın söylencelerinde geçen suydu. Aydın’da Madra Baba’nın türbesinin olduğu dağlara RES yapılmak istendiğinde yerel halk daha güçlü bir tepki gösterdi. Tokat Çal Baba ormanında maden aranmak istendiğinde, Günçalı köylüleri kutsal ormana yıkımı sokmamak için üç yıla yakın zamandır direniyor ve hala da o ormana kimse girebilmiş değil!

‘BURAYA GİREMEZSİNİZ, BURASI BİZİM RUHUMUZ’

Anadolu coğrafyasının ruhsallığı, en büyük dayanağımız, gücümüzün kaynağı, varlığımızın işareti ve kimliğimizin vazgeçilmez bir parçası. Bu nedenle en çok bildiğimiz, ortak belleğimizde yer edinen, kimliğimiz olan bu kutsal alanları artık bir mevzuat çerçevesinde de korumamız, dışarıdan gelecek olan yağmaya, yıkıma karşı; “bir dakika, buraya giremezsiniz çünkü burası bizim ruhumuz” diyebilmeliyiz. 

KUTSALI GÜÇLE SIFIRLAMA GİRİŞİMLERİNE KARŞI DURMAK 

Geleneksel hukuk dediğimiz kavram, tam da budur. Binlerce, yüzlerce yılda kuşaktan kuşağa aktarılarak damıtılmış bir kültürel mirasın coğrafya ve insanı bütünleyen bir değerdir. Ülkenin dört bir yanındaki bu tür alanları geleceğe aktarabilmenin yolu, bu alanlar için bir yasal altlık oluşturmaktan geçiyor. Bugüne kadar buna pek ihtiyaç olmamıştı. Çünkü yerelde halk bu alanları kuşaktan kuşağa aktarılan bir kültürle koruyordu. Ancak günümüzde yereldeki bu kültürel akış daraldı, büyük bir saldırıya maruz kaldı ve bu toz duman bittiğinde geleceğe hiç biri kalmayacak. Bu yüzden halkın toplumsal belleğinden yer edinmiş olan bu kutsal alanları koruyacak bir mevzuat inşa etmeliyiz. Maden ruhsatları, enerji lisansları, her türlü yıkıcı projeyle “biz Ankara’dan izin aldık, burada şunu yapacağız” diye gelenlere karşı bir koruma kalkanı oluşturmalıyız.

ÇAL BABA ORMANINDAN YÜKSELEN DİRENÇ VE UMUT SESLERİ

Çok geç olmadan Anadolu ruhsallığını besleyen bu atar damarları tanımlamak, tescil etmek ve korumak zorundayız. Bu topraklardaki ruhsal çöküşü durdurmak zorundayız. Yoksa bir zamanları gönülleri yeşerten bu çiçek bahçesinden geriye yalnızca yıkım yangınından arta kalan küller kalacak… Peki bu gerçekten mümkün mü? Binlerce yılda defalarca mümkün kılındı. Anadolu halkı Pers atlılarını, Roma’yı, Moğolları; yangını, yağmayı, ihaneti gördü. Onlarca kez tarumar edildi, bir uçtan bir uca. Her defasında coğrafyasına yaslanarak ayağa dikildi, alnını ışığa dönmeyi bildi. Bu yüzden ağır savaşların ardından Melik Gazi’nin yaralı askerlerini sağaltıp ayağa kaldıran Çal Baba Ormanından direncin ve umudun sesleri yükseliyor hala…

Kaynak: ANTALYA KÖRFEZ GAZETESİ - YUSUF YAVUZ