Diğer Yazıları Yol Ayrımı’nı izledikten sonra Yavuz Turgul’un heybesinde bir şey kalmadığına inancımın pekiştiğini söyleyebilirim. Ülkeye, insanına, içinden geçilen sürece dair yeni ve farklı şeyler bekleme hayali kuranlar, tam yedi yıl sonra gündeme gelen son filmden yalnızca nostalji hissiyle ayrılacaklar. Elbette bu da az buz şey değil; çünkü özellikle Şener Şen’in perdede çok daha fazla görünmesi gerektiği arzusu anlaşılır bir durum, ama… İlk Şener Şen filmleri, ülkenin 70’li yıllarda içinde bulunduğu durumla doğrudan ilintiliydi. Dayanışma dönemiydi; bireyler, kişisel farklılıkları bir yana, bir topluluğun parçasıydılar. Dışarıya; fabrikatörün oğluna, müteahhite, işini bilen okul müdürüne vs. karşı bir aradaydılar. Şen, bu toplama girmek için çabalayan sevimli bir zavallıydı. Her türlü şaklabanlığı göze alarak Hababam’ın sevilen figürü olmayı arzuluyordu. Sonradan, ilk bakışta acımasız bir ağa olarak karşımıza çıksa da, asla nefret edilen bir tip olmadı. Trajikomikti, o kadar… Lakabı “faşo” da olsa, karikatürden öteye gidemezdi. Kemal Sunal ve İlyas Salman’ın antitezini sunduğu filmlerinde bir “kötülük meleği” olarak göze çarpsa da sevimliliğini yitirmedi. Ülke değişiyor, dayanışma ruhu son buluyor, meydana “kendi bacağından asılan koyunlar” çıkıyordu. Serbest piyasa ekonomisinin kutsandığı, mahallenin şirin esnafının sırtının yere geldiği ve etrafta dalavereci bankerlerin belirdiği bir dönemde, beyazperdeden bize yansıyan, işini bilip gemisini yüzdürmeye çalışan bir zavallıydı sadece. Eylül fırtınasının kültürel kodları altüst etmeye başladığı 80 ortalarında, önceden senarist-oyuncu ikilisi olarak karşımızda beliren Turgul ve Şen’in ikinci yolculuğu başladı. Yönetmen Turgul’un Şener Şen’e biçtiği rol, oyuncunun üzerine cuk oturacaktı. Değişime ayak uyduramayan, yenilgiyi baştan ve biraz da çaresizce kabullenmiş, yapayalnız bir adam, bir tutunamayan. Muhsin Kanadıkırık ve Haşmet Asilkan gibi, ortaklığın en olgun evresini temsil eden iki filmin karakterleri, zamanla mizah duygusundan iyice soyutlanarak kopkoyu bir karanlığın ortasına sürüklendiler. Muhsin Bey’in sonunu anımsayalım: İçten içe hoşlandığı Sevda’yı, olanca yenilgiye ve yediği tokatlara rağmen kazanan bir asildi kahraman. Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni’nin esas oğlanı, tam da intihara meylettiği bir dönemde, yeni bir aşk filmi için kapısı çalındığında hayata dönüyordu. Bütün bu insanlar için bir umut vardı. Züğürt Ağa, metropolün ortasında, sevdiği Kiraz’la çiğ köftesini yoğurup, kıt kanaat de olsa varlığını sürdürebilirdi. Eşkıya ile birlikte bu olasılığın ortadan kalkması, “ayak uyduramayan yok olur!” tezini doğrular görünüyordu. Sınırlı sayıdaki Yavuz Turgul filminin kahramanını bekleyen son hep buydu! Yol Ayrımı’nda bu bakış değişmiş gibi görünüyor; ama en iyi bildiğiniz işi, birbirini tekrar eden formüllere dayalı bir sinemayı terk etmeniz o kadar da kolay değil… Turgul, bir burjuvayı, geçirdiği bir kazanın ardından meleğe dönüştürmeye çalışıyor. Bunu başarabiliyor mu? Elbette hayır! Oyuncu yönetimi, önceki filmlerindeki gibi neredeyse “kusursuz” olsa da, öykünün ayakları yere basmıyor. Charles Dickens’ın “Scrooge” formülü veya Frank Capra’nın 30’lardaki yıldızları gemiyi kurtarmaya yetmiyor; çünkü filmler, içinden geçilen dönemin sosyolojik gerçeklerinden ayrı düşünülemez. Bu içi boş iyimser havanın, 2017’nin Türkiye’si ile örtüşmesi olanaklı değil. Finalde bisikletine kavuşup hayatın sırrına erişen fabrikatör tiplemesi “burayı” temsil etmiyor. Diyeceksiniz ki, yıllarca trajik kahramanlarla bir süreç okuması yapan bir yönetmenin iyimser olma hakkı yok mu? Kuşkusuz var… Ancak hikâyeciliği çokça övülen bir sinemacının bunu gerçekçi yöntemlerle yerine getirmesini istemek de bizim hakkımız. Diğer Yazıları