Kendi deyişiyle “hayatın mutlu olma şansı vermediği”, bu toprakların yetiştirdiği en önemli sanatçılardan Yılmaz Güney, şu sıralarda “Yol” filminin yenilenen kurgusuyla gündemde. Öncelikle belirtilmeli ki; onu bugünlere ve yarına taşıyan unsurları ele alacak sağlıklı bir kültürel / siyasal değerlendirme, 60’ların sinema sektörüne ve Yeşilçam’a genel bir bakışı, dönemin siyasal birikimini ve ülkenin o süreçte içinde bulunduğu sosyo-ekonomik atmosferi de içine almalı. Sinemamızın akışını değiştirdiği tartışma götürmeyen birçok filme yönetmen, oyuncu ya da senarist olarak damgasını vuran sanatçının hemen her dönemde bu denli tartışılır olması, sadece çalkantılı yaşamıyla değil, eserlerinin gücü ve geniş kitleler üzerinde yarattığı etkiyle de açıklanmalı. Zorluklara Rağmen Ayakta 70’lerde, kendisiyle cezaevinde yapılan bir söyleşide, Pasolini’yi ya da İngiliz Özgür Sineması’ndan örnekleri hiç izleyemediğini söylemişti Yılmaz Güney. Ülkenin sinemasal iklimi hakkında ipuçları veren, işlerin nasıl da el yordamıyla yürüdüğünün göstergesi sayılabilecek bu durum, onun sinemamızda yarattığı değişim önemini daha iyi algılamamızı da sağlamakta. Ayrıca Güney’e ilişkin yapılacak değerlendirmelerde bir başka gerçeğin daha altını çizmekte yarar var: Din adamının gerçeğe uygun resmedilmediği ya da Cabbar’ın atını öldüren zengin işadamının “halkı nefrete sürükleyebileceği” gibi dâhiyane gerekçelerle (!) yıllarca yasaklı kılınan “Umut” örneğindeki gibi, üretimleri, sansürün Demokles’in Kılıcı’ndan daha keskin olduğu bir dönemin izlerini taşıyordu. (Sanatçının daha 1956 yılında, “On Üç” adlı dergide yazmış olduğu “Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” adlı hikâyesinde, komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle yargılanıp tutuklandığını da hatırlatalım.) İnsana Dönük Bir Sinema Yılmaz Güney, sinema yazınımızın duayenlerinden Agâh Özgüç’ün de işaret ettiği gibi, yalnızca gerçekçi yapıtlarında değil, popülist eğilimler taşıyan vurdulu-kırdılı “Çirkin Kral” dönemindeki filmlerinde de görülebileceği gibi, bütünüyle insana dönük bir sinema yaratmıştı. Ünlü Fransız eleştirmen Marcel Martin, Türk sinemasını Umut’la keşfettiğini söylediği bir yazısını, “Onun filmleri toplumsal bir belge olmanın yanı sıra, felsefi bir yaklaşım da içeriyor. Kaynağını toplumcu gerçeklikte bulan çok yetkin bir kavrayışla, Türk karakterini belirgin ve dolaysız bir şekilde yansıtıyor” şeklinde tamamlıyordu. Solanas’tan Kusturica’ya, Elia Kazan’dan Costa Gavras’a pek çok sinemacının görüşleri de bu tespiti doğruluyordu. Ülkesini ve toprağının sanatını uluslararası kamuoyuna başarıyla tanıtan; namı çirkin, kendi güzel bir adam, “vatan haini” olduğunu iddia edenlerin yalanlarına inat, merkezinde Anadolu’nun bulunduğu evrensel bir sinema yaratmıştı. “Çirkin Kral” Yaşıyor! 1984’ten beri kendi toprağından uzak, Paris Menilmontant Caddesi’ndeki, bir duvarını 1870’de kurşuna dizilen Paris Komüncülerinin yattığı duvarın oluşturduğu Pere Lachaise Mezarlığı’nda yatan sanatçıya, George Melies ve Simone Signoret gibi ünlü sinemacılar arkadaşlık ediyor. Balzac’tan Moliere’e, Jim Morrison’dan Edith Piaf’a diğer ustalar da orada… O, yaşadığı dönemin ideal ve özlemlerini yarına ulaştıran sinemasal anlardan oluşan eşsiz bir repertuarla ülkesinin kalbinde yaşamayı sürdürüyor kısacası. İnançları, “Arkadaş”tan uyarlayarak söyleyecek olursak, “halkımız bir gün bu yaşatılanların hesabını mutlaka soracaktır” deyişinde de vurguladığı gibi sahibini bekliyor! “Yol”un yenilenen kurgusuna ilişkin kamuoyuna yansıyan tartışmaları bir başka yazıya bırakarak, sanatı ve anısı önünde saygıyla eğildiğimizi bir kez daha hatırlatmış olalım.