20.yüzyılın en etkin sanat dalı olan sinemanın tarihi, muhalif bir duruşa sahip olan, eleştirel bakış açısını yitirmeyen, soran, sorgulayan ve düşünmeye iten filmler olmadan muhtemelen yazılamazdı. Buna rağmen egemen unsurların “kepazelik”, “ahlaksızlık”, “ucubelik” vb. sıfatlarla onurlandırdığı ve haklarında “tez yasaklana!” fermanı çıkardıkları devasa bir seçki de, bu tarihle kol kola yürüdü hep… Remarque’ın yayınlandığı dönemde yankılar uyandıran romanının mükemmel bir uyarlaması olan Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok (1930), sesli sinemanın ilk büyük klasiklerdendi. I. Dünya Savaşı’nın yaralarının henüz sarılmadığı ve yeni bir felaketin ayak seslerinin duyulduğu bir ortamda savaş korkusunu şiirsel bir anlayışla ele alan Lewis Milestone’un filmi, 2. Savaş’ın ufukta belirdiği günlerde, “vatanperver duyguları rencide ettiği” gerekçesiyle başta Almanya olmak üzere pek çok ülkede yasaklanmıştı. Jean Renoir’ın Oyunun Kuralı (1939) adlı yapıtında tanınmış bir marki ve karısı, konaklarında hafta sonu için bir av partisi düzenlemeye karar veriyorlardı. Davetlilerin ortak özelliği, ait oldukları aristokrat etiketlere uymamaları ve doyumsuzca aşk arayışı içinde olmalarıydı. Taşlama içeren anlatısı ve “servet düşmanlığına yol açması” gerekçesiyle sansürün hışmına uğramış bir klasik olmuştu bu film de. Visconti’nin, Postacı Kapıyı İki Kere Çalar adlı romandan serbest biçimde uyarladığı Ossesione (Tutku, 1943) Yeni Gerçekçilik akımının manifestosu olması bir yana, yönetmen adına ‘belalı’ bir filme dönüşmüştü. Evli ama özellikle cinsel açıdan mutsuz bir kadının kocasını aldatmasını konu alan yapım, Mussolini ve faşistlerin Roma’yı kasıp kavurduğu bir dönemde çekildiği için ‘Kutsal Aile’yi zedelediği iddiasıyla karşı karşıya gelmişti. Filmin, büyük gösterilerin ve protestoların sonucunda derhal yasaklanıp, Visconti’nin tutuklanması sonucunu doğurduğunu; ancak iktidarın model olarak sunduğu aile yaşantısına büyük bir darbe indirmeyi başardığını unutmamak gerekir. Irkçılığa karşı birleşen ‘Radikal Genç Sinemacılar’ın kült filmi The Watermelon Man (Karpuz Adam, 1970); Robert Downey’nin 1969 yapımı Putney Swope‘u ile birlikte olguya tamamen ‘siyahların’ perspektifinden bakan ve onların yönetiminde çevrilen ilk filmlerdendi. Bir sigortacı olan Jeff Gerber, hayatı umursamayan, karısına karşı saldırgan ve ırkçı bir adamdı. Eşi ve iki oğluyla birlikte yaşayan kahramanımız, bir gece yatağından uyanıp aynaya baktığında inanılmaz bir olayla karşılaşacaktı. Elleri ve yüzü simsiyahtı. Kendini temizleme çabaları da sonuç vermeyen Gerber artık bir zenciye dönüşmüştü! Film, oyunu ‘beyazların’ kurallarına göre oynamaya hiç de niyetli görünmeyen Afro-Amerikalıların çıkışını simgelemesi açısından önem taşısa da, birçok eyalette gösterimini engellenmiş ve baskılara direnen sinemalara, ırkçılar tarafından hasar verilmişti. Pasolini’nin son filmi olan Salò ya da Sodomun 120 Günü (1975), sanatçının tıpkı kendisi gibi tartışmalı bir yazar olan Marquis de Sade’ın 18. yüzyılda yazdığı romanından oldukça serbest bir bakışla uyarlanmıştı. 1944 yılında Nazi kontrolü altındaki Kuzey İtalya’nın Salò Cumhuriyeti’nde kentin ileri gelenlerinden dört kişinin, 18 genç çocuğu Marzabatto yakınlarında bir lüks malikâneye getirmeleriyle başlayan film, iktidar sahiplerinin sapkın gösterileriyle devam ediyordu. 120 gün boyunca sadist işkencelerden geçen gençlerin yaşadıkları, seyirciye 4 bölüm halinde sunulacaktı. Bugün bile insanları irkilten dışkı yedirme ya da tecavüz gibi görüntülerle akılda kalan filmin, kimi ülkelerde en uzun süre yasaklı kalan filmlerin başında yer aldığını ve yönetmenin, filmin gösterime girmesinden kısa bir süre sonra vahşi ve nedeni halen tam olarak belirlenememiş bir cinayete kurban gittiğini de hatırlatalım. Bütün bu toplamdan ve çok daha fazlasından çıkan sonuç; sanatı, sistemi elinde tutanların değil, yaşadıkları çağa, topluma ve dünyaya, “aykırı” olma pahasına mesajlar gönderen sanatçıların yarattığıdır. Selam olsun onlara!