Nihat Behram şiiri üzerine bir doğaçlama… En işlek caddesi kentin. Bir sis bulutunun ardında yürüyor insanlar. Umudun, kuruyan esin çağlayanı artık çok uzaklarda. Yabanıl seslerin ortasında, ruhlarından soyunmuş bir kalabalık… Belli ki ağlamayı çoktan unutmuşlar özlerken… Bir sen varsın orada. Nereye gideceğini bilmeyen yığınların arasında öylece duruyorsun. Bekleyiş gibi değil, çakılıp kalmaya benzer bir şey… Bakışların yapayalnız, yalnızlığın çırılçıplak… Evet, bir sen varsın orada kalakalan. Gerçekten var mısın? Sevincin çığlığının sonsuzluğa dağılmasının üzerinden ne çok zaman geçti buralarda. Susanın da konuşanın da kayboldu gözlerindeki ışıltı. Korkuların da coşkunun da anlamı kalmadı. Ne güzel demişti oysa şair, “yaşamak, sade ‘yaşamak’ yosun, solucan harcı” diye. Yürek çağrısına ses verenler, bir umudun peşine takılıp yürüyenler yüzlerce yıl uzakta kaldılar sanki. Gülüşler kuşsuz, kıvılcımsız; can bitkin, dil tutsak… Bir sen varsın sanki bütün bu olup bitenin farkında olan. Sessizliğin hüzün dolu, mağrursun ama… Gerçekten var mısın? Alaycı şarkılar ve küfürlerin ortasında kapkara bir yağmur yağıyor kente, yaşarken ölenler ve ölse de yaşayanların üzerine… Binlerce insan yollarda yine, solgun yüzleri ve kıpırtısız yürekleriyle. Müziğin ritmi aynı, söylenen şarkı aynı, ezberletilen metin aynı, oynanan oyun aynı. Herkes birbirine benziyor burada ve yabancı birbirine üstelik. Karanlığın dili kan olmuş, aynaların yüzü sahte. Çekilmiş deniz, çoktan gitmiş bu sahilden, bir hoşça kal diyemeden, ah!… Tam aşk nerede diye sorarken kendime, arayıp dururken “çarparak başlatan yeni sevinçleri”, sana rastlıyorum. Kapkara bir sabah alacasında, ufkun ardına dikip gözlerini, uzaklara dalıyorsun. Zamanın ötesinde durmuş, sepya renginde bir fotoğraf gibisin; ürkmüş, sığmayan çerçeveye… Biliyorum, mavi yok bu kentte, senin gözlerinden başka. Ateş yok kızıl saçlarından öte… Ama… Ama var mısın? Bir yenilginin dizeleri konuyor avuçlarıma. Ölümle yaşam arasında ince bir çizgideyim sanki. Tam ortasında sen, ardımda yitip giden arkadaşlar… Çevremizi saran yosunlaşmış sessizliğin tenimize yapıştığı yerde; ıssızlaşmış sabahların, arsızlaşmış yoksunluğun bir köşesindesin işte. Nice anışların, kanayışların, çarpışarak yoğrulan sırların tükendiği an burası. Kaldırım taşlarıyla örtülmüş uçurumları anımsatan caddelerden geçip gidiyorum. Geçiyorum sarhoş, sıkılgan, sırılsıklam bu hayattan… Tek bir soru var aklımda: Var mısın? Tam o sırada bir mucize oluyor. Kalabalık kaskatı kesiliyor bir an için, hayat duruyor sanki. Yalnızca sen yürüyorsun bana doğru. Bir bakış, bunca kederi nasıl biriktirir gözbebeklerinde, bilemiyorum. “Bu kadar hüzünle bakmasan dünyaya” diyecek oluyorum ama… Biliyorum, o olamadan var olamazsın ki sen… Müzik susmuş, dua susmuş, küfür susmuş… Yalnızca sen ve ben varız. Ağır adımlarla yürüyorsun bana doğru, usul usul yaklaşıyorsun… Ve kısacık bir an gözlerimde durup, kayboluyorsun ufukta. Ardına takılmanın, “başka türlü bir şeyin” varlığını anlatmanın anlamı yok. Sana dokunmanın da öyle… Hayat olağan akışına döndüğünde tuhaf bir şey oluyor. İlk kez çocuk sesleri yükseliyor cılız da olsa kalabalıktan. Hüzün ve yalnızlık mı? Onlar baki; ama dudaklarıma belli belirsiz konan bu tebessümün anlamı ne? Gittiğin yöne doğru son bir kez daha bakıyorum. Soruyorum son kez kendime, bu hayalden çekip gitmeden önce? Var mısın? Yoksun… Var mısın? Yoksun… Var mısın? …