Bir hastanede ölümü bekleyen hastaların koğuşu. Koğuşta bir oda, odada iki yatak, iki hasta. Biri pencerenin önünde, diğeri duvarın dibinde. Yaşamlarının sonuna yaklaştıkları şu dönemde pencere kenarındaki, sabahtan akşama pencereden bakıp, tüm gördüklerini duvar dibinde hiçbir şey görmeyen arkadaşına aktarır: “Deniz çarşaf gibi, durgun mu durgun. Rüzgâr çok hafif olmalı. Beyaz yelkenliler yavaş yavaş ilerliyor…. Park henüz tenha. Salıncakların ikisi dolu, ikisi boş. Aaaa… Geçen haftaki sevgililer yine geldiler. Erguvanlar çıldırmış, öyle bir çiçek açtılar ki; etraf mordan geçilmiyor. Erikler, ayvalar gelinden farksız… Eyvah, miniklerden biri düştü. Annesi yetişti bağrına basıyor çocuğu. Çocuk sustu. Gülüyor şimdi. Öğrenciler, yine kitaplarına dalmışlar… Simitçi geldi. İki simit alıp, beşe bölüp paylaştılar. Şimdi de çocuklara katıldılar, uçurtma uçurtmaya… Uçurtma yükseliyor, yükseliyor… Yelkenliler ilerlemeye devam ediyor... Martıların da keyfine diyecek yok... Baloncu geldi… Mavi, mor, yeşil, kırmızı, turuncu, kocaman balonları var…. Pamuk helvacı, elma şekercisi de geldi…” * Her gün böyle sürer giderken, her gördüğünü anlatırken, ansızın, müthiş bir kriz geçirir pencere kenarındaki... Duvar dibindeki düğmeye basarak doktor çağırabilir; arkadaşını kurtarabilir. Ama… Arkadaşı ölürse pencerenin yanı boş kalacaktır… Düğmeye basmaz… Arkadaşı ölür. Ertesi sabah duvar dibindekinin yatağını pencerenin yanına taşırlar. * Beklediği an gelmiştir. Pencereden dışarı bakar. Pencerenin dibinde kapkara bir duvardan başka bir şey yoktur.