"Suçluları yaratan yasalarımız, onları cezalandıran yasalarımızın yanında ne kadar çok!" deyişiyle ünlü Tucker’ın antitezini sunan vigilante (infazcı) filmlerinin atası, geçtiğimiz hafta yeniden dirildi! 1974 yapımı ilk filmin yeniden çevrimi olan Eli Roth’un Öldürme Arzusu (Death Wish), ‘suçluya hakettiği dersi, kişisel yöntemlerle verme’ temasının sinemadaki yeni halkalarından biri olarak ele alınabilir. Şiddetin Kökleri 70’lerde Vietnam duvarına toslayan Sam Amca, Watergate ile yaşadığı sarsıntıyı henüz atlatamadan büyük bir ekonomik krizin pençesine düşmüştü. Savaşın ardından beliren refah toplumu masalı tarihe karışmış, güvensizlik duygusu ortama hâkim olmaya başlamıştı. Dönem, işsizliğin ve yoksulluğun hüküm sürdüğü, enflasyonun ve suçun hızla arttığı bir sürece işaret ediyordu. Ufukta beliren karanlık tablo ve ekonomik/siyasal belirsizlik, madalyonun diğer yüzünü oluşturan muhafazakâr kitlelerin sistemin dışında bir ‘günah keçisi’ aramaları sonucunu doğurmuştu. Vietnam’ın kaybını askere gitmeyi reddeden barışçı kamuoyuna, suç oranındaki artışı azınlıklara, ahlaki çöküntüyü ise gençliğin ve kadınların özgürlük taleplerine bağlayan bu ‘yeni sağ’ dalga, söylemini giderek sertleştiriyordu. Kanunsuz Aynasızlar 1968 yılında gösterime giren Bullitt, suça bulaşmış bir örgüte karşı tanıklık etmeyi göze alan Johnny Ross ile ona korumalık yapmak üzere seçilen kentin asi ama yetenekli bir polisin öyküsünü konu almaktaydı. Başına buyruk bir karakter olan kanun adamı, her ne kadar ardıllarının eylemlerinin yanında masum sayılsa da kimi tepkileriyle gerçek bir öncüydü. Artık, “Adaletin sağlanması için kanunları bir süreliğine unutabilirim” diye haykıran kanun adamlarının (!) perdeyi kaplaması an meselesiydi! Lakabını departmandaki pis işleri üstlenmesinden alan Dirty Harry (1971), şüphelileri işkenceye varan yöntemlerle ‘öttüren’, amirlerine kafa tutmaktan çekinmeyen, mutlak bireyciliğin ve ‘faşizan fantezilerin’ gerçek bir temsilcisiydi. The French Connection ise ülkedeki azınlıkları potansiyel suçlu olarak gören bakış açısının bir başka ürünüydü. Mike Hodges’ın İngiltere’den, bizzat profesyonel bir katilin adaleti sağlama girişimini konu edinen Get Carter ile destek verdiği furya, zamanla içine siyahî bir polis olan Shaft’ı da alacaktı. Liberal Bir İntikamcı! Brian Garfield’ın aynı adlı romanından uyarlanan 1974 yapımı ilk Death Wish’te, öykünün kahramanı Mimar Paul Kersey, ailesinin şehir eşkıyaları tarafından saldırıya uğramasıyla, Teksas’da suçlulara cezasını elleriyle veren bir canavara dönüşecekti. Hırsını göçmenler ve siyahilerden çıkaran kahramanımız, bir süre sonra -gazetecilerin de yardımıyla- ‘halk kahramanı’ olacaktı. (“Bir silaha karşı tek rakip, senin elindeki silahtır!”) Sıradan, üstelik liberal bakış açısına sahip bir adamın geçirdiği evrim, rolünü şeytani bir alaycılık ve soğukkanlılıkla oynayan Charles Bronson’un katkısı ile-sokaktaki adamın ilkel içgüdülerini harekete geçirmeyi başaran parlak bir sinema örneğine dönüşmüştü. Bugün Karşımızda olan Bruce Willis’li son film, olgunun politik arka planından bağımsız, vasatın üzerine çıkamayan bir aksiyon filmi olarak değerlendirilebilir. Şiddete şiddetle yanıt vermek, bireye karşı devleti kutsamak, özgürlükçü talepleri yıkıcı unsurlar olarak görmek, azınlık ya da kadın haklarından dem vuranları bölücü yaklaşım sergilemekle suçlamak, galiba 70 ve 80’lerdeki kadar rağbet görmüyor!