James W. Loewen’in kaleme aldığı ve geçen yıllarda Alfa Yayınları tarafından Türkçe’ye kazandırılan ilginç bir kitap, tam da eğitim ve öğretime başladığımız şu günlerde masaya yatırılmayı hak ediyor. “Öğretmenimin Söylediği Yalanlar”ın yazılış öyküsü ilginç: Yazar, bir gün tesadüfen sınıflarda öğrencilerin kullandığı tarih ders kitaplarını görüyor; yanlış bilgiler ve dar görüşlü bir yaklaşımın yan yana durduğunu fark edip bu duruma son vermeye karar veriyor. Şöyle diyor Loewen: “Kore Savaşı'nın sona ermesini Truman'ın atom bombası atmasına bağlayacak kadar cahilce bir tarih öğretimiyle karşı karşıyaydık. Bunun üzerine Kolomb öncesi dönemden başlayarak My Lai katliamına kadar Amerikan tarihini, olanca karmaşıklığı ve canlılığıyla yeniden anlatmaya karar verdim.” Doğrudan ve Haklıdan Yana İnsanlık tarihinin en onurlu tarihçilerinden olan ve bizim yazınımızda daha çok, o muhteşem eseri “Amerika Birleşik Devletleri Halklarının Tarihi” ile hatırlanan Howard Zinn’in, her yurttaşın okumasını önerdiği kitabın tezi gayet basit ve anlaşılır: Kahramanlar ve hükümetler yerine ırk, toplumsal cinsiyet ve sınıfları esas alan bir tarih yazmak. İktidarlarını ve ayrıcalıklarını korumak isteyenlerin, geri kalanların yoksunluğu pahasına, tarihi nasıl kendi çıkarlarına göre kurguladıklarını gösterme gibi bir işlev de üstlenen eser, her ülkenin tarihçisinin şiar edinmesi gereken özellikleri barındırıyor. Bu durumu doğrudan, haklıdan ve mazlumdan yana olmak şeklinde özetleyebiliriz. Safsata ve Gerçeklik Kitabı okurken aklıma en çok, Oliver Stone’un 1989 yapımı “Doğum Günü Dört Temmuz” filminin geldiğini ve resmî yalanların nelere yol açtığını hatırladığımı söyleyebilirim. Filmde, gerek Amerikan Rüyası’nı, gerek de bu ülkenin Vietnam projesiyle özdeşleşen işgalci politikaları mercek altına alan Stone, “Platoon”la başladığı Vietnam üçlemesini yeni bir boyuta taşımıştı. Hayata umutla bakan genç Ron Kovic, ‘kahramanlık’, ‘vatansever olma’ ve ‘borçlu olduğumuz ülkenin yanında yer alma vaktinin geldiği’ türünden laf kalabalıklarının etkisinde kalarak Vietnam’da savaşmak için gönüllü oluyordu. Ne var ki kendisine anlatılandan çok farklı bir ülkeyle karşılaşması an meselesiydi. Cephenin bir cehennemden farkı olmadığını anlayıp, ‘kazanma’ uğruna bin bir türlü rezaletin yaşandığı bir manzarayla karşılaşan Kovic, Amerika’ya döndüğünde artık yürüyemez hale gelecek ve gazilerin -başta toplum tarafından- ihanete uğradığını düşünmeye başlayacaktı. Kovic’in otobiyografik romanından hareketle çekilen filmin en unutulmaz sahnelerinden birinde, Tom Cruise tarafından canlandırılan ana karakteri Vietnam’daki işgale karşı yürüyüşün en önünde görüyorduk. Bu, safsata ve göz boyamanın gerçeklik karşısındaki mağlubiyetinden başka bir şey değildi. Kahramandan Şarlatana “Öğretmenimin Söylediği Yalanlar”, başta Amerikan yerlileri ve siyahîler olmak üzere, Yeni Dünya’da kötülükten nasibini almış tüm halkların öfkeli ve kederli sesine eşlik ederek yoluna devam ediyor. Günümüzde yaşanan gelişmelerin de gösterdiği gibi, tarih, dönemin ruhu adı verilen, -bana soracak olsanız- oportünizmin teorisine dayanan gelişmeler ekseninde yazılıyor, bozuluyor, sonra yeniden yazılıyor. Gücü elinde bulunduranın yorumunu esas alan bu yazım serüveni, öyle bir an geliyor ki, dün kutsadığı değerleri kısa süre sonra ayaklarının altına alabiliyor. Sahte yazıcılar değişmiyor; ama kaleme alınanlar, öncekiyle taban tabana zıt olabiliyor. Kahramanla şarlatanın birbirine karıştığı böylesi süreçlerde aslolan, Loewen’in de vurguladığı gibi onurlu kalmak ve insanlara her ne koşulda olursa olsun yalan söylememek. Bunu başarabilen aydına, yazara, eğitimciye selam olsun!