Yığınlar, günbatımından hemen önce doldurmaya başlıyor meydanı. Her yaştan ve kesimden insan var topluluğun arasında. Çocuklar, balon dağıtan adamların olduğu yöne doğru koşuşturuyorlar; anne ve babaları, ücretsiz yemeğin derdine düşmüşler. Sahnede hummalı bir koşuşturmaca var. Gençliğin yeni sevgilisi, eşinden henüz ayrılan “kutsal ailenin” temsilcisi şarkıcı için son provalar yapılıyor. Mahalle kahvesinde müşteriler, yerel yönetimce hazırlanan otobüslerin gelmesini bekliyor. Bir ihtiyar, son seferde kliması arızalı bir araç yollandığından şikâyet ediyor. Televizyon açık; ama kalabalığın uğultusundan Propaganda Bakanı’nın konuşması güçlükle duyuluyor. Bir var olma savaşından söz ediyor esmer ve sıska adam. Ayağı hafif aksıyor mu ne? Bu yolun sonunda ölüm de olsa, ideallerinden vazgeçmeyeceklerini söylüyor; bu kavganın tüm dünyaya karşı olduğundan dem vuruyor. Bu sırada, iki çocuğunu zor zapteden genç bir kadın, bir yandan tabureleri toplayıp diğer yandan son çayları dağıtan gence, yürüyüşe katılan çocuklara da para dağıtılıp dağıtılmayacağını soruyor. Hava henüz kararmışken, ara sokaklardan marş sesleri gelmeye başlıyor; köşeyi henüz dönen, çoğunluğu 15-16 yaşlarındaki, meşaleli gençlerden oluşan topluluğun kakofoniye dönüşen ezgileri, onları meraklı gözlerle izleyen kalabalıkla garip bir uyum oluşturuyor. Tepeden tırnağa kahverengi giysiler kuşanmış çocuklardan birinin başını okşuyor bir ihtiyar. Ülkenin geleceğinin emin ellerde olduğuna dair bir nutuk atıyor kalabalığa; dinleyicileri bir sokak köpeği ve iki çocuk olsa da… Bu sırada, dışarıda bekleyen koruma ordusu ve gazeteci yığınına aldırmaksızın, genişçe bir odada son provasını yapıyor Önder. Devasa aynanın karşısında bıyıklarını düzeltiyor önce; dar omuzlarını geriye doğru atıyor ve boyunun neden bu kadar kısa olduğuna hayıflanıyor. Bugünkü konuşmasında “yozlaşmış” ve “çöplük” olduğunu iddia ettiği sanatçılar ve yakın bir gelecekte, törenler eşliğinde yok edilecek eserleri var. Dünyanın merkezi saydığı koca imparatorluğun şanlı kültür mazisini ayaklar altına alan; yürekli kalabalıkları ruhsuz birer hayalete dönüştüren ve “ulusça birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyulan bir dönemde”, ülkenin geleceğini güvence altına alan savaşa karşı çıkan ruhsuzlar sürüsü! Aynı dakikalarda yaşlı bir heykeltıraş, hemen her köşesini örümcek ağlarının sarmaladığı izbe atölyesinde, dalgın bakışlarla, sokak lambasının aydınlattığı caddeyi inceliyor. Yorgun bakışlarında, bütün bu olup bitenden uzaklaşma arzusu var sanki. Yanı başında duran ahşaptan yontulmuş figürü alıyor avuçlarına; kendisi yaşlarında bir adam, zamanın kaçmak ile kalmak arasındaki bir aralığına sıkışmış duruyor. Sağ eliyle yüzünü kapatmış, adeta bütün bu olanların nedenini sorguluyor. Sigarasından son bir nefes daha çeken heykeltıraş, titrek nefesiyle gaz lambasına son bir kez üflüyor ve karışıyor gecenin karanlığına. Şampanyasından bir yudum daha alan bir başka heykeltıraş, genç kadınların hayran bakışları altında, kalabalığa son eserini takdim ediyor. Geniş omuzlu, adaleli iki erkek figürü, ulusun gençliğini ve “erkekliğini” simgeleyen heybetli bakışlarıyla selamlıyor davetlileri. Propaganda Bakanı, alkış ve kıyamet arasında övgüler düzüyor sanatçıya, ülkenin geleceğinin emin ellerde olduğuna dair bir nutuk atıyor kalabalığa; dinleyicileri arasında büyük sanayiciler, iş adamları, siyasetçiler ve alımlı eşleri var… 10 yıl kadar sonra, bu yağma sofrasının sonu geliyor. Propaganda Bakanı Joseph Goebbels, Berlin’in Ruslar tarafından kuşatıldığı anda dahi, 12-15 yaşlarındaki askerlere ölüm emri vererek; karısı ve altı çocuğunu da zehirleyerek hayatına son veriyor. Önderi Hitler, Almanya’yı harabeye çeviren savaşın ardından yakılarak öldürülmesi emrini veriyor. Güç memelerini emen ruhsuz yığınlar, Naziler tarafından yakılan onlarca dışavurumcu tabloda da resmedildiği gibi sessizliğe gömülüyor; şarlatanlar komedisi sona erdiğinde, geride yalnızca vicdan azabı ve pişmanlıklar kalıyor. Josef Thorak, faşist ideolojinin emrine sunduğu heykelleriyle bir dönemde popüler olsa da, bu propagandanın bedelini sonradan ağır ödüyor. Mahkemelerde suçsuzluğunu ispat etmeye çalıştıktan sonra, ruhunu şeytana satan bir Mephisto olarak 1952 yılında, gözlerden ırakta, sessiz sedasız ölüyor. Ernst Barlach, bütün bu barbarlığın ortasında kalakalan onurlu heykeltıraş; Hitler’i pusuya yatmış, Alman toplumunun yok edicisi olarak nitelendirmenin bedelini, imha edilen eserleriyle ödüyor. Evinden atılıyor, korkunç bir yoksulluğa terk ediliyor. 1938’de öldüğünde, doğduğu kentte gömülmesine dahi izin verilmiyor. Ama yaşıyor!