Diğer Yazıları Önceki haftalarda “Ayla” ile ilgili düşüncelerimi bir başka platformda ifade ettiğimi belirtmiştim; ancak kimi okuyucularımızın haklı olarak filme dair yorumlarımı işitmek istemeleri ve Aydınlık’ta yayınlanan yazının web ortamına aktarılmamış olmasından dolayı, bu haftayı “Ayla”ya ayırmaya karar verdim. Gişe başarısını sürdüren ve dördüncü haftasında üç milyonluk bir gişeyi yakalamak üzere olan filmin halen gündemde yer alması da bu tekrarı meşrulaştıran bir faktör oldu. Eli Yüzü Düzgün Bir Yapım Türkiye’nin Oscar adayı ilan edilmesinin ardından tüm gözlerin üzerine çevrildiği “Ayla”, Akademi Ödülleri’nin merkezinde olduğu bir bakıştan nasibini almış görünüyor. Bu durumun filmle ilgili kimi tartışmaların önüne geçtiğini de söyleyebiliriz. (“Ayla”nın senaristi olan Yiğit Güralp, Ağustos ayında sosyal medya hesabından filmle ilgili tüm ilişkisinin kesildiğini ve kendisiyle iletişime geçmek isteyen oyunculara baskı yapıldığını açıklamıştı. Sonraki dönemde ise yapımcı ve senarist arasında bir uzlaşma sağlandığı açıklanmıştı.) Adını reklam yönetmeni olarak işittiğimiz ve yıl içinde gösterime giren “Sarıkamış Çocukları”nın iki yönetmeninden biri olan Can Ulkay’ın imzasını taşıyan filmin, Oscar baskısından bağımsız düşünüldüğünde ve teknik bakımdan çıtayı aşan bir yapım olduğu söylenebilir. Temiz görüntüleri, özellikle Kore’de geçen savaş sahneleri ve oyunculuk performansları ile “Ayla”, eli yüzü düzgün bir iş olarak göze çarpıyor. İşin öykü kısmında ise benzer şeyleri söylemek mümkün görünmüyor. Filmin konusunu kısaca hatırlatmak gerekirse; 1950 yılında Kore’ye yollanan Türk Birlikleri’ne katılan Süleyman Astsubay, cephede devam eden kanlı çatışmaların ortasında, adını Ayla koyacağı Koreli bir çocuk bulur. Kızın bakımını üstlenen Süleyman, savaşın ardından Ayla’ya veda etmek durumunda kalsa da, en büyük arzusu günün birinde ona yeniden kavuşmaktır. Kaçan Fırsatlar Yaşanmış bir olaydan yola çıkan ve Kültür Bakanlığı’nın desteğiyle çekilen “Ayla”nın en temel sıkıntılarından biri aldığı devlet yardımından, diğeri ise olası Oscar adaylığından kaynaklanıyor. Kore Savaşı gibi yeni kuşakların çok da fazla bilgi sahibi olmadığı tarihsel bir olaya fikir beyan etme konusunda başarısız oluyor film. Şimdilerde belli kesimler tarafından adeta yeni keşfedilen bir “düşman” konumunda olan NATO eliyle cepheye sürülmemiz bir yana, savaşın aynı zamanda bir felaket olduğu ve genç insanların Anadolu’dan dünyanın öteki ucuna yollanmaları konusunda söylediği hiçbir şey yok. Bu tür filmlerde görmeye alışık olduğumuz insani kaygılar bile yerini, içi tam olarak doldurulamamış bir kahramanlık söylemine terk ediyor. Sözünü ettiğimiz hümanizma boşluğu ise savaşın orta yerinde bulunan (gerçekten doğal bir oyuncu olan ve rolünü büyük bir başarıyla sırtlayan Kyung-Jin Lee tarafından canlandırılan) Ayla ile giderilmeye çalışılıyor. Dikkate Değer Bir Alternatif Karıncaların temizlenmesi esnasında ortaya çıkan ve filmin en parlak iki karakterinden birini temsil eden Mesut (Murat Yıldırım), karşı görüşten bir Türk subayı olarak yeterince işlenemediğinden, önemli bir fırsat kaçıyor. Ali rolünde Ali Atay ise son derece başarılı bir kompozisyona imza atarak melodramın baskısını azaltıyor, filmin gülen yüzü haline geliyor. Cephede geçen bölümlerin benzer içerikteki sahnelerden oluşmasının yarattığı yavanlık bir yana, “Ayla”nın en çok final bölümüyle hayal kırıklığı yarattığını vurgulayalım. İsmail Hacıoğlu’nun apar topar Çetin Tekindor’a dönüşmesi ve sinemamızda bu rollerin aranan ismi haline gelen usta oyuncunun Ayla’yı bulma serüveni yeterince işlenemiyor. Sonraki yaşamı hakkında fikir sahibi olamadığımız karakteri, öyküye hiçbir hizmeti olmayan namaz sahnelerinde ve huysuz kızıyla didişirken buluyoruz karşımızda. Oscar adaylığı konusunda şansını yüksek bulmadığım filmin olanca zaafına rağmen en olumlu yanı ise, gişeye damgasını vuran ikinci sınıf komedi ve benzer formüllere yaslanan korku filmlerine dikkate değer bir alternatif oluşturması. Dört haftanın gişe sonuçları bu görüşü doğruluyor. Diğer Yazıları